Mart ayında ilk pozitif vakanın ortaya çıkışıyla başlayan Türkiye’deki pandemi süreci ve beraberindeki karantina uygulamaları ile gelen sokağa çıkma yasakları, bahçeli evlere olan talebi de artırdı. Bu sürecin kent planlaması, konut mimarisi ve taleplerinde köklü değişimler yaratmaya başladığını ifade eden WRI Türkiye Sürdürülebilir Şehirler Kentsel Gelişim & Erişilebilirlik Yöneticisi Dr. Çiğdem Çörek Öztaş; Dokuz8Haber'den Nagihan Alan Yiğit'e verdiği röportajda kentsel yaşam koşullarını iyileştirerek insanlara belirli bir yaşam standardı sunabilmenin önünün açılması gerektiğini söylüyor.
Belki stüdyo bir dairede belki de 4+1 bir apartman dairesinde yaşıyoruz. Her nerede yaşarsak yaşayalım koşullarımız zeminden uzaklaştıkça doğadan da topraktan da insandan da ırak bir yaşam koşuluna hapsoluyoruz. Bunu en yakından deneyimlediğimiz süreç evden çıkma yasaklarıyla baş başa kaldığımız dönemdi. Dört duvar arasına sıkışıp kalan, ihtiyaç duyduğu ürünleri yalnızca tükettiği bir mekâna sıkışan, üretimden uzak insanın trajik yaşam koşullarını sergiledik hepimiz bu süreçte. Evimiz hem spor salonumuz hem özel alanımız hem ofisimiz oldu. Kalabalık nüfuslu bir ailede belki bu alanların hiçbiri de yoktu. Oysa bahçeli, toprağa yakın yan komşusuna yalnızca bir çit mesafe uzaklıktaki müstakil bir evde yaşasak sadece tüketmesek aynı zamanda üretsek bu sancılı süreç biraz daha kolay atlatılamaz mıydı? Kuşkusuz ki evet. Benzer nedenlerle bu süreçte ev değiştirmek isteyen yaşam koşullarını sorgulayan binlerce insan oldu. Bu sorgulama ise bahçeli evlere olan talebi artırdı. Peki daha yaşanabilir kentleri inşa etmede nereden başlamalıyız, neler yapmalıyız? Dr. Çiğdem Çörek Öztaş’a sorduk.
Nagihan Alan Yiğit: Mart ayından bu yana Covid-19 ile mücadele veriyoruz. Bu mücadele sürecinde ise aslında birçok anlamda sorunlu olan yapıyı daha iyi anlama yoluna da gittik diyebiliriz. Bunlardan biri de şehirleşme anlayışımız. Sizce pandemi mevcut şehircilik anlayışında ne gibi dönüşümleri tetikleyecek, kent planlamalarında nasıl bir yansıması olacak?
Dr. Çiğdem Çörek Öztaş: Salgınla birlikte aslında gerçek dönüşüm insan ilişkilerinde yaşandı. Salgın, birçok önemli konuyu gün ışığına çıkarmış olsa da, hiçbiri sosyal mesafeden daha yaygın ve insan hayatına bu derece etki eder nitelikte olmadı. Fiziksel mesafeden kaynaklı dönüşüm en çok yapılı çevrenin fiziksel dokusunu etkiledi ki bu da mevcut şehircilik anlayışımızı değiştirmemiz gerektiğini bizlere söyler nitelikteydi.
Kentsel alanda, insan yakınlığına dayanan her şey; yani ulaşım ve altyapı, konut kullanımları, kültür sanat hizmetlerinin sunulma biçimleri, kısacası kentlerin ekonomiyi üretim ve dağıtım yapısı ve bu yapıya sosyal katılım sorgulanmaya başlandı.
Avrupa Yaşam ve Çalışma Koşullarını İyileştirme Vakfı’na göre, koronavirüsün ortaya çıkışından bu yana, AB’deki her 10 kişiden yaklaşık dördü uzaktan çalışmaya başladı. Çalışma koşullarındaki bu değişiklik ve bunun gerçekleştirilebiliyor oluşu; ulaşım, dağıtım, depolama alanları ile çalışma ve yaşama alanlarının daha farklı planlanabileceği fikrini ortaya çıkardı. Günümüzde ortaya çıkan bu anlayış elbette önümüzdeki yıllarda kent planlamasına daha derinden ve dönüştürücü biçimde yansıyacaktır.
Yiğit: Dünya genelinde büyük kentler bu süreçte nasıl planlamalar yapıyorlar? Şehirleşme anlayışı kapsamında bir revizyona gidildiğini görebileceğimiz somut atılımlar var mıdır?
Dr. Öztaş: Salgın, dünya genelinde kentlerde planlama ve tasarımı, enerji kullanımını, hareketlilik modellerini, konut tercihlerini, yeşil alanları ve ulaşım sistemlerini dönüştürdü, dönüştürüyor.
Bu değişikliklerin bir kısmı geçiciyken bir kısmı kalıcı da olabiliyor. Kentler de aynı şekilde kullanım değişikliklerine geçici ya da kalıcı çözümlerle cevap verebiliyor. Bazı durumlarda kentler, planlanan bisiklet altyapısı, sokak sakinleştirme projeleri veya kaldırımların yeniden tasarlanması gibi halihazırda yaptıkları faaliyetlerin uygulamasını hızlandırabiliyor. Bazı durumlarda da kent ve mahalle sakinleri düşük maliyetli pop-up (geçici) müdahalelerle kendi çözümlerini kent yönetimlerine sunabiliyor.
Örneğin Paris’te salgın döneminde uygulanmaya başlanan ve kalıcı olması planlanan pop-up bisiklet yolları ile artık kente yayılan bir bisiklet ağından söz etmek mümkün. 60 farklı yerde bisiklet trafiğinin ölçüldüğü kentte Temmuz 2019’da bir noktadan ortalama 43 bisiklet geçişi sayılırken bu sayı aynı noktada Temmuz 2020’de 89’a çıktı.
Bunun yanında, Paris Belediye Başkanı Anne Hidalgo, seçim kampanyası sırasında, kilometrekare başına 21 binden fazla sakini ile nispeten yoğun olan Fransız başkentini kentsel hizmet ve imkanlara yürüme ve bisiklet mesafesinde bulunmayı ifade eden ’15 dakikalık bir şehre’ dönüştürme sözü verdi. Yayalar ve bisikletliler için yolların ıslahının yanı sıra, daha yerel ticari ve kamusal merkezleri teşvik ederek kent merkezinin desentralize edilmesi (merkezsizleştirilmesi) hedefleniyor.
Çin’de de yeni düzenlemeler mevcut. 20. yüzyılın “bahçe şehri” yaklaşımına atıfta bulunarak ve günümüzün salgınlarına bir yanıt olarak, yakın metropollerden sürdürülebilir tarım arazileri ve yeşil kuşaklarla ayrılmış; sağlık bilincine sahip yeni mini uydu yerleşimler oluşturulması planlanıyor. Pilot olarak Jilin eyaletindeki Chaluhe kentinde bu uygulamalar geliştirilmiş. Bölgenin en büyük şehirlerine eşit mesafede bulunan ve nüfusu 300 bin kişi olarak planlanan tarım kentinde çevre dostu ulaşım bağlantılarıyla günümüz ihtiyaçlarına cevap veren yeni bir vizyon oluşturulmuş.
Yiğit: Deprem ülkesi olduğumuz bir gerçek. Fakat kentlerin ki özellikle İstanbul’un durumuna baktığınızda bir deprem anında güvenle sığınacağınız toplanma alanları oldukça azınlıkta. Sadece deprem değil Giresun’da da dere yatağına yapılan evler nedeniyle büyük bir sel felaketi yaşandı. Örnekler karamsar ama şehirleşme anlayışındaki enkazı da iyi anlatıyorlar. Dolayısıyla pandemi yaşam alanlarının ve kentsel yaşamın elverişliliğinin ne derece önemli olduğunu anlattı bize bu süreçte. Sizce ülkemiz bu anlamda nasıl bir dönüşüme gitmeli? Dünyadan örneklerle bir yol haritası çizebilir misiniz bizler için?
Dr. Öztaş: Tüm dünya gibi bizler de salgının toplum üzerindeki etkisini anlamaya ve bu etkinin kentlerde ulaşım, konut kullanımı, yeşil alanlar, alışveriş gibi fiziksel kullanım alanlarına ne şekilde yansıdığını ve yansıyacağını kavramaya çalışıyoruz.
Salgın döneminde, insanlar sadece açık havaya erişimin yaşamları için ne derece kritik bir öneme sahip olduğunu anladılar. İnsan ölçeğinin, yani yanından geçerken kendimizi küçük ve önemsiz hissetmeyeceğimiz; gökyüzünü görmemize imkân veren bina yüksekliklerinin, açık ve yeşil alanların, geniş sokakların önemini yeniden hatırladık. İnsanların kolayca erişebilecekleri parklar gibi kamusal alanların, apartman avlusu ya da bahçesi gibi yarı kamusal alanların ve balkon gibi konut kullanımlarının çok insani bir ihtiyaç olduğunu gördük. Yaşadığımız salgın ve felaketler, doğayla ve insanla uyumlu, sürdürülebilir, hizmet sunumu anlamında kendi kendine yetebilen mahallelerin ve mahalle planlamasının ne derece önemli olduğunu hatırlattı.
Bir önceki soruda da değinildiği gibi dünyanın en önemli metropolleri daha desentralize (merkezsizleşmiş), daha az nüfusun bir arada yaşayabileceği, daha mahalle ve kamusal alan odaklı planlama anlayışına doğru kayma eğilimi göstermekte. Bizler de kültürümüzde halihazırda var olan mahalle kültürünü ön plana çıkartmalı, bunu sürdürülebilir ve ekolojik planlama çözümleriyle harmanlamalıyız. Ancak bu şekilde doğayla uyumlu ve mutlu bir gelecek oluşturabiliriz.
Yiğit: Pandemi sürecinde evlerimizde geçirdiğimiz zaman da arttı. Bu süreçte evimiz hem spor salonumuz hem de ofisimiz oldu. Hem sosyalleştik hem çalıştık. Bu süreçte mekân kavramımızı da haliyle sorguladık çünkü doğadan kopmuş gökdelen yapılarda, apartmanlarda yalıtılmış şekilde yaşamaya çalışarak ciddi anlamda hem fiziki hem sosyal bir mesafeyle karşı karşıya kaldık. Diğer yandan da müstakil bahçeli evlerde bu süreci yaşayanlar hava-toprak ve insan üçlüsüyle daha az ayrı kaldı. İnsanın sosyal bir varlık olduğunu ve hayatın her alanında üretmeye ihtiyaç duyduğunu düşünürsek bu mekanlar oldukça elverişsiz. Peki buna karşın mekanların konuşlandırılması ve mimari açıdan ne gibi revizyonlara gidilerek nasıl iyileştirmeler yapılabilir? Yoksa mimari anlayışımız baştan aşağı mı değişmeli?
Dr. Öztaş: Sizin de belirttiğiniz gibi salgın süreci ile birlikte evlerimizde ve yakın çevremizde geçirdiğimiz süre arttı. Bu da beraberinde hem evimizden hem de evimizin bulunduğu bölgeden beklentilerimizi farklılaştırdı, çeşitlendirdi. Salgın öncesinde öncelik listemizin üst sıralarında yer almayan açık ve yeşil alanlar, evlerde bahçe, teras ya da en azından balkon gibi açık hava ihtiyacımızı karşılayacak kullanımlar çok daha fazla önem kazandı. Elbette bu ihtiyaçlar hem özellikle konut mimarisinde hem de kent planlamasında değişikliklere neden olmaya başladı.
Emlak piyasasında artık daha az katlı, daha az yoğun ve yeşil alan, orman içerisinde ya da yakınında inşa edilmekte olan sitelerin reklamlarını görür olduk. Bunun yanında insanların bahçeli ve kent merkezinden uzak konut talepleri de artmaya başladı. Ancak unutmamamız gereken bir konu var ki, toplumun tüm kesimleri bahçeli villalarda yaşayamayacak ya da ormanla komşu lüks sitelerde oturamayacak. Burada esas önemli olan kentsel yaşam koşullarını iyileştirerek insanlara belirli bir yaşam standardı sunabilmek ki bunun cevabını da yine doğru bir kentsel planlama yaklaşımı verecek. Herkesin orman içerisinde villalarda yaşadığı bir sistem ekonomik olarak gerçekçi olmaktan uzak. Bunun yanında kentsel yayılmanın teşviki anlamına geleceği için de bizim gibi nüfus yoğunluğu çok fazla olan kentler barındıran bir ülke için de ideal değil.
Bunun yerine bir önceki soruda da değindiğim gibi, yeşille bütünleşmiş, insanlara nefes alma ve kendini gerçekleştirme imkânı sunan, düşük yoğunluklu mahalleler sunmak çok daha gerçekçi olacaktır. Kısacası mimari anlayışımızdan önce kent planlama anlayışımızın değişmesi gerek. Ancak daha sonra elbette mimari anlamda da farklılaşmalara gidilmesi, mimari çözümlerin de ihtiyaçlara cevap verecek biçimde evrilmesi gerekiyor.